Barış CEM BAHAR:
“Güneş, doğudan doğar; batıdan batar.” Bu cümleyi daha küçücük çocukken hepimiz işitmişizdir, ben de muhtemelen ya anamdan ya da okulda öğretmenlerimden işiƫm ama o vakitler, güneşin doğduğu yerden battığı yere durmadan yürüyen Türklüğümden ve bu yürüyüşe de tarih dediğimizden haberdar değildim. Altaylardan, Tıva’dan bugünün Moğol steplerine -Ötüken-Yış’a- inen Türkler, bir müddet Çin’in kuzeyinde oyalanmış; sonra da tarihin yeline kanmış, Türkistan’da at oynatmış. Bunlardan adına Oğuz denen bir tâife, son bin yılda Horasan’dan Hazar’ın güneyine, Kafkaslardan Tuna’ya dört bir yana türkülerle, ağıtlarla yayıldı; mukaddes şehirler kurdu. Bu şehirlerde kilimlerini, yaygılarını yaydı; kazanlarını kaynattı; toylar kurdu; etkiledi, etkilendi; güçlendi ve işte hâlâ yaşayıp gidiyor. Elimizde tutamadıklarımızda da atalarımızın mezarları, eski günleri yâd ederek kutlu günleri gözlüyor.
“Araz’ı ayırdılar…”
Yazımızdan kasıt Türk tarihinin meseleleri değildir, o yüzden Selçuklulardan Türkmençay Antlaşması’na kadar uzun uzadıya bahsedecek değilim. Zaten, gerek de yok; Bəxtiyar Müəllim’in Torpaqdan Pay Olmaz şiirini okuyun ya da yukarıda alıntıladığım Azerbaycan bayatısını dinleyin yeter. Siz dinlerken ben de Tuna’dan Ohri’ye, Nohur Göl’den Eynalı’ya çağıl çağıl çağıldayan ve ağzımda anamın ak sütü gibi olan Türkçemizi gücendirmeyecek kelimeler bulayım sevdamı anlatmaya. Giriş satırlarında bahsettiğim o mukaddes şehirlerden biri, Azerbaycan’ın kalbi olan Tebriz’dir. Tebriz’e kavuşma fikri, bende yıllar önce Bakı’da, Şeki’de, Oğuz’da, kuzeyin küçelerinde uyanmıştı ama bu yaz sanki bir ilahi güç bana emretti, beni Tebriz’e çekti. Tebriz’in insanını, Gök Mescit’ini, Saat Kulesi’ni, Erk Kalesi’ni, Cuma Mescidi’ni, müzelerini, Üstü Örtülü Bazar’ını, El Gölü’nü, havasını, suyunu… illaki aheste aheste, tadını çıkara çıkara anlatacağım ama bu yazıda değil.
“Sen yârımın qasidisen…”
Siz Manastır’da İttihatçıların kaldığı bir evde zeybek türküleri söylediniz mi, ben söyledim. Qum- Kaşan arası çöllük yollarda taksici Ramin’le Abdurrahman Kızılay’dan hoyratlar söylediniz mi, ben söyledim. Bakı’da bir bira bahçesinde pive içerken Xeyal Ağabey’den şiirler dinlediniz mi, ben dinledim. Yine de anamın laylayları, anneannemin nağılları bana hep en güzel Türkçeydi. Ta ki bu yaza kadar. İşittiğim en güzel Türkçeyi, Tebriz’de, bir iş hanının bodrum katında, beş on metrelik bir neşriyatçıda kulağıma Sehend’den şiir okuyan bir Tebrizli kızın konuşacağını tahmin etmezdim. Ve yaz günü buz gibi bir bulaktan içilen su, gülün etrafında tavaf ederken şakıyan şeyda bülbül misali o sesin bende Dede Korkut’tan hikâyeler, kopuzlardan nağmeler, Karacaoğlan’dan semailer çağrıştıracağına ancak Levh-i Mahfûz’da okusam inanırdım.
Yazacaklarımda mübalağa hissedecekseniz size darılmam çünkü siz o sesi, benim gibi işitmediniz. Bu sese neden bu kadar çok önem veriyorum? İnişleri ve çıkışlarıyla her zaman insanlığın ilgisine mazhar olmuş Türk tarihi, son büyük atılımını Atatürk’le 20. asrın başında yaptı. Bu atılım sadece Anadolu ve Balkanlar Türklüğü için değil, tüm Türkler için bir umut oldu. Su götürür çok yanı olsa da Atatürk sonrası Türklük, bir nekahet hâlindedir. Özellikle günlük Türkiye siyaseti; bir taraftan Türkçülüğü ayaklar altına alan muktedirler, diğer yandan Anadoluculuk bayraktarı ve anti-Türkçülükte muktedirlerden aşağı kalmayan muhalifler eliyle Türkiye Türklüğünü cenderelerde bunaltıyor. Karabağ Zaferi’ni bile bu nedenle buruk yaşadık. Bizler, Türk göğünün kapkara bulutlarında falımızı ararken bir yerlerde esir Türk evladı, hür Türkiye’nin pasaportunda ay-yıldızla bağımsızlık hayalleri kuruyor. O hayallerin yüzü suyu hürmetine bu günlerde Tanrı, Türk göğünde kapkara bulutlar arasında bir kılavuz yıldız parlatıyor. O yıldız kuzeyiyle güneyi arasına kanlı hudutlar çizilen Dede Korkut diyarında zuhur etti, görmüyor musunuz? Ben o yıldızın nurunu kalbimle, kulağımla bir seste gördüm. Bir zamandır etimde, kemiğimde, penceremden baktığım denizde, sigaramdan çektiğim nefeste o sesi ve Tebriz’i düşünüyorum. Sayfalar dolusu yazacağım bir gün ama şimdi yazmakta olduğum bu satırlar sizlere kıvılcımlar müjdeliyor, yabana atmayın.
“Gözler ki birer parçasıdır sende İlah’ın.”
Kimileri Atsız gibi kahramanlık devirlerinin özlemiyle dün içinde yiter gider, kimileri de tarihin kahramanlık devirlerini canlı kanlı bugüne taşır. Ben A-shih-na soyundan bir dişi kurdu Tebriz’de tanıdım; bin üç yüz yıl önce yay geren elleri, şimdi fırça ve tar tutuyor. O, Tanrı’nın verdiği kutla vazifesini yapacağı günleri beklerken, Oğuz kamlarının, anlatıcılarının soyundan gelen ben de vazifemi yapmaya devam edeyim.
Tebriz, özünü sömürenlerin adını anarken sesindeki kinle bir Tomris’irr.
Tebriz, güzel günler uğruna her fedakârlığa razı gelecek bir Altuncan Hatun’dur.
Tebriz, Bamsı Beyrek’in sırtını yere getirecek cesaret ve güzellikte bir Banu Çiçek’tir.
Tebriz, ak sakallı kocaları bile karşısında el pençe divan durdurtacak ferasette bir Hayme Ana’dır.
Tebriz, içten içe hüzünlü ama vakur bir Süyüm Bike’dir.
Tebriz, matem çadırından hicabını indirip meydan okuyarak geçen, hicab sorana hesap soran bir Kurmancan Datka’dır.
Tebriz, gözlerine birkaç saniyeden artık baksanız sizi meftun ve yaşarken medfun edecek uzun ve ince bir sanatçı kızdır ki hem şad hem nâşad eder.
“Ay gız sene kim söyledi Türk damgası vurduğunu?
Bir bax, Kuroş’u gör nece ağlattı yumurta!”